28 Kasım 2013 Perşembe

Madame Tussauds Museum

        Dün kurs çıkışı boş vaktimin olması ve havanın da kötü olması nedeni ile Madame Tussauds'a gitmeye karar verdim.

        Madame Tussauds bir çoğunuzunda bildiği üzere balmumu heykel müzesi. Merkezi Londra'da olmak üzere dünyanın bir çok önemli şehrinde var. Bakalım belki birgün İstanbul'a da açılır. 

        Giriş ücreti olaral 40$ vermek gerekiyor ve eğer kilitli dolap istersek extra 5$ daha ödemeniz gerekiyor. Ben verip aldım çünkü yanımda çanta ve mont taşımak istemiyordum içerde. Daha sonra da iyiki bırakmışım eşyaları diye düşündüm. 

        Bileti aldıktan sonra ilk olarak sizi Justin Timberlake karşılıyor. Zira allah korusun Bieber ergeni karşılasa bileti yırtar geri çıkardım. 


    



           Daha sonra bir üst kata çıkınca karşınıza devasa bir King Kong heykeli çıkıyor ama fotoğraf çekilmek isterseniz extra para istiyorlar. 'Welcome to Amerika'... İpneler diyerek ordan uzaklaştım. Daha sonra asansöre doğru yürürken bu seferde Nicolos Beyciğimiz 'ne alırdın abi' edası ile karşınıza çıkıyor. 


   



       Özellikle göz alışana kadar ilk birkaç heykelde dumurlar alemine gidiyorsunuz. Baya baya bu adamlar yanınızdaymış gibi bir his oluyor. Sanki gerçekler. Bkz. Vahe Kılıçarrslan. 

        Asansöre binip 6.kata bir görevli eşliğinde çıkıyorsunuz. Bu görevli size izlemeniz gerken yolu tarif ediyor kısaca: "6.kattan başla aşağı doğru in". Hadi yaa!

       6. Kat benim en sevdiğim kısımdı. James Bond manyağı bir adam olarak Daniel Craig'i karşımda görmek çok güzeldi. Gönül isterdi Sean Connery de olsun. 


    




             Bu katta yer alan diğer ünlülerden bazıları; Leonardo Dicaprio, Bruce Willis, Denzil Washington, Brad Pitt ve Angelina Jolie (beğenmedim), Johnny Depp (çok iyiydi).  



      
     

     

     



    
         Bir alt katta bazı önemli liderler var. Eski Amerikan başkanlarının yanı sıra Obama çifti de var. Ama onlarla fotoğraf çekilmek de extra para. Bu katta beni etkileyen iki figür Gandhi ve Mandela oldu. İnsan bi tuhaf oluyor onları karşısında görünce. 

        
    

    

    



       Böyle böyle geze geze en alt kata kadar iniyorsunuz. Ben sözü fazla uzatmadan fotoğraflarla devam edeyim. 


    
                                                            - Marilyn Monroe -


    
                                                      - Charles Chaplin - 


    
                                                            - The Beatles -


   
                    - Kadınlar hala tapıyorlar. 'Ulan bi mum kadar olamadık' diyorsunuz. -


   
          - 'No woman No cry' parçası ile sevgilisi olmayan erkeklere en büyük fakir avuntusunu armağan eden Bob Amca (Bu arada şarkıda aslında 'hayır kadınım,hayır ağlama mı yoksa bla bla... geyiğine ben girmek istemiyorum) -



    
        - Son dönemlerde yaptığı abuk sabuk açıklamalar ve her sene bir Brezilyalı genç yeteneği veliahtı göstermesi ile 'keşke hep böyle mum gibi dursa da hiç konuşmasa' dedirten Pele -


  

    
         - Sinemanın dahi çocuğu diyerek klişeler alemine bi dalayım gari.  Steven Spielberg -


    
       - Spice Girls...Onlar çıktığında biz ergendik. Neyse devam etmeyeyim anlaşıldı sanırım -

    
    
                              - Sen git Jordan gelsin çocuumm...Carmelo Anthony -

       

    
                    - Senin fotoğrafının altına açıklama yazmak benim haddime mi - 



    
                                                                 - Beyonce -


    
                - En büyüğü en sona sakladım. THE KİNG MICHAEL JACKSON - 








     
      


      

22 Kasım 2013 Cuma

New York'ta ne yenir?

        Yemek konusunda öyle çok atıp tutacak değilim. Ne çok gurmeyim ne iyi bir yemek kültürüm var ne de düzgün bir midem. Bu yüzden ben neyi sevdim neleri yiyorum onları anlatacağım.

         Özellikle ilk hafta, erken kalkmanın ve Amerikan filmlerinin özentisi ile mısır gevreği olayına bi gireyim diye düşündüm. Malum Türkiye'dekiler saman gibi genelde. Evdekilerin yediğine bakarak marketten aynısını aldım ve sabahları yemeye başladım. Bi kere Türkiye'dekiler ile alakası olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Cidden lezzetli ve yemesi zevkli. 

     


         Bir kaç gün böyle geçtikten sonra içimdeki Türk kanı bas bas bağırmaya başladı "ekmekkkk, peynirrr, yumurtaaaa, reçellllll ve çay ulan çaayyyyyy''. Mısır gevrekleri güzel olsa da yurdumun kahvaltısının yerini tutar mı arkadaş! Markete gidip bu sefer alışverişimi buna göre yaptım ve hala aynı usül devam ediyorum. Çok değil sadece 10 dk erken kalkmam yeterli oluyor. 

        Gelelim öğle yemeğine; Kurstan yaklaşık 12 gibi çıktıktan sonra ya yakınlardaki bir Mc Donald's, Burger King yada Subway'den bişeyler yiyorum ya da eve yakın olan Çin yemeklerini tercih ediyorum. 

        Mc Donald's ve Burger King'in lezzetine gelirsek. Mc Türkiye'deki ile birebir aynı lezzet ve boyut olarak. Ama Burger King'in lezzeti ve boyutu cidden bizim çok ötemizde. Ben çok beğendim. Patatesi yemeseniz de doyabilirsiniz, o derece büyük bir hamburger ekmeği. Menü fiyatları ise; Big Mac 7$, Whooper ise 8$. Tabi bu fiyatları hiçbir zaman 2 ile çarpıp Türk parası ile orantılamayın. Burada 7-8 $ ciddi bir rakam değil. Yani 15-16 TL değil aksine buradaki insanların bütçesine göre 4-5 TL lik rakamlar bunlar. 

       Çin yemeği ise çok ucuz ve çok doyurucu. Yaklaşık 5$ a,bitiremeyeceğiniz bir paketi elinize veriyorlar. Çin yemeği dediğime bakmayın pilav, mantar tavuk falan yediğim. Bazen de istiridye. 

       Akşam yemeklerini ise çoğunlukla evde yiyorum. Yemek yapma konusunda olağanüstü yeteneksiz birisi olarak sadece makarna ve pilav yapabiliyorum. Bir akşam makarna bir akşam pilav. Pilav olan akşam yoğurt, makarna olan akşam Heineken ile güzel gidiyor. 

    


     Alkol olayı ucuz. 6 lı Heineken paket sadece 6$, 6 lı Simirnof ise 8$. Özellikle o limonlu Simirnof'un bir tanesine barlarda en az 30 tl veriyoruz Türkiye'de. Ya rakı? Henüz rakıya denk gelmedim. Ah ulan nasıl da özledim rakı içmesini. Arkadaşlarımla Gandi'ye (meyhane) gitmesini özledim. 8 de gidip gece 2 ye kadar muhabbetin belini kırmayı. İçsek kafaları bulsak versek veriştirsek kızların arkasından. Burda ise Porto Rikolu adamla Türk kızlarını konuşuyoruz. Güney Koreli ev arkadaşım da hoşlandığı kıza yaklaşma taktikleri alıyor her akşam benden. Lannn yemekle girdik konu nereye geldi. Alkol işte bak alkolü almadan konusuna bile girmek nerelere çekti muhabbeti. Bütün güzelliklerin anası diye boşuna dememişler. 

      Neyse goygoydan çıkalım. Bu yemek olayında New York müthiş bir fırsat. Dünyanın tüm mutfaklarını barındırıyor. Türk mutfağından Vietnam'a kadar. Bu mutfakların hepsini tek tek gezip buraya onlarla ilgili de detaylı bi yazı aktaracağım. 

     

16 Kasım 2013 Cumartesi

Üçüncü haftanın ardından

            Artık New York'a tamamen alıştım diyebilirim. Metroda yön soran değil, sorulan konumuna terfi ettim sonunda.

            Bu hafta farklı olarak World Trade Center (Dünya Ticaret Merkezi) ve Statue of Liberty (Özgürlük Anıtı)'i görme şansım oldu. 

        

            World Trade Center 

            Malumunuz 11 Eylül saldırılarını zaten bilmeyeniniz yoktur (varsada bi sittirsin ne diyim). Aynı noktaya adeta dünyaya meydan okurcasına daha görkemli bir bina yapmışlar. Araştırmadım ama sanırım bunu Boeing çarpmalarına karşı dayanıklı yapmışlardır. 

            Binanın yapımı hala tam olarak bitmiş değil. Bir kaç gün önce 4 numaralı binayı hizmete açmışlar. Tam olarak bittiğinde ise yaklaşık 550 metre yüksekliğinde olacakmış. Bu da Amerika'nın
en yüksek binası demek.
  
        
     

                                                          -  World Trade Center -


         Bir kaç fotoğraf çektikten sonra Özgürlük Anıtı'na giden vapura binmek üzere Batery Park'a doğru yola koyuldum. Bu kısım gerçekten benim çok hoşuma gitti. Manhattan'ın genelinin aksine oldukça sakin bir sahil kısmına sahip. Çok güzel bir park ve bir çok bank var. Karşıda da güzel bir New Jersey manzarası. Bu bölge ile gelip zaman zaman oturmak üzere sözleştim. 
        

             
                       Dünya Ticaret Merkezi'nin gölgelsinde kaykay yapan gençler









  
       Statue of Libert(Özgürlük Anıtı)

      Önce kıssadan bi bilgi verecek olursam; Bu heykel 1884-1886 arasında Fransızlar tarafından inşa edilmiş ve daha sonra kuruluşunun 100. yılına hitaben Amerika'ya hediye edilmiş. Şimdi Amerikalılar Fransız turistlerden adam başı 17 $ alıyor. 

     Altındaki kaide ile beraber yüksekliği 93 metre. Bu arada buraya uzun uzun yazmaya gerek yok. Ama wikipedia dan heykelin Osmanlı ya kadar giden öyküsüne bakın derim. Gerçekten ilginç. Tam biz Türklerin meşhur 'ah ulan Ronaldinho aslında gençken bizim altyapıya gelmişti ama beğenmemiştik bak adam ne topçu oldu' muhabbetine uyan bir hikayesi var. 


     
                                  Hava kapalı olduğu için instagram kullandım. 

         Nasıl gidilir: Metro ile Whitehall istasyonuna gidip burdan kısa bir yürüme mesafesi ile feribota ulaşabilirsiniz. Feribota binmeden önce gişeden biletinizi almanız gerekiyor. Kişi başı 17 $ olan ücret eğer taç kısmına kadar çıkmak isterseniz artıyor. Metrodan çıktıktan sonra gişeye varmak için içinden geçmeniz gereken parkın adı Battery Park. Bu parkta bir bankta oturup yanınıza gelen sincapları elinizle besleyebilir ve sevebilirsiniz.


   



      
 
                                                                                                         






         Bu haftada böyle geçti. Follow me guys


                                           http://twitter.com/beniyiyimanne

9 Kasım 2013 Cumartesi

İkinci haftanın ardından

                                " Empire State of Mind" JAY Z | Alicia Keys
                
                                                        Kızlı erkekli dinleniyor
                                        

           Bu pazartesi evden çıktığımda beni bir sürpriz bekliyordu; New York balkanlardan gelen soğuk hava dalgasının etkisi altına girmişti. Hala istediği kışlık montu bulup da alamamış benim ise kıçım dondu haliyle.

           Kurstan çıkınca daha sonra gitmeyi düşündüğüm outlet alışveriş merkezi olan New Jersey
Gardens Mall'a gitmeye karar verdim. 

       


          New Jersey Gardens Mall

          Burası çok büyük bir avm. Ama tabi ki şehrin çok dışında. Zaten bu şehrin göbeğine avm yapma çılgınlığı bir bizde var galiba. En azından ben gördüğüm gezdiğim bir kaç avrupa ülkesinde rastlamadım. New York'da da hal böyle. Neyse bu konu Gezi'ye kadar gider. Biz konumuza dönelim. Bu büyük avm de özellikle ülkemizde çok pahalı olan bazı markaların ürünlerini gerçekten uygun fiyatlara bulabiliyorsunuz. Örneğin ben Türkiyede 700 TL olan bir Tommy montu 140$'a, 300 TL civarı olan bir Timberland ayakkabıyı da 49$'a aldım. Ayrıca 20$ gibi fiyatlara Tommy çantalar gördüm ki sanırım buna kızlar bayılacak. 

        Nasıl gidilir: 42 St.(Times Square) otobüs terminalinden 222 nolu kapıdan 111 nolu otobüse binilebilir. Son durak NJGM olduğu için oldukça kolay. 

     

                                             - Giderken yolda çektiğim bir kare -


           Salı günü ise kurstan çıktığımda bir planım yoktu ve namını daha Türkiye'deyken duyduğum Shake Shack hamburgeri test etmeye karar verdim.


           Shake Shack

           Karnım deli gibi acıkmış, yiyeceğim hamburgerin hayalini kurarken adeta bir emekli kuyruğu ile karşılaştım. Neyse mecbur beklicez (niye mecbursam) deyip girdim sıraya. Yaklaşık 20 dk bekledikten sonra siparişimi verip bu seferde hazırlanma aşamasını beklemeye başladım. Elime bi alet tutuşturdular, hamburger hazır olunca titriyormuş bu zımbırtı. Bu arada bir İrlandalı ile tanışıp biraz sohbet ettik. Evet gözünüzde canlandırdığınız gibi adam kızıldı. 

           Bekleme aşaması ise sıkıcı olmuyor çünkü lokasyon olarak harika bir yerde. Güzel bir parkın
tam ortasında. Filmler ve posterlerden görmeye alıştığımız meşhur Flatiron Building ise tam karşınızda tüm görkemi ile duruyor. Bu gerçekten tuhaf bir duygu. Hoş, New York'un bir çok yerinde bu duyguya kapılıyorsunuz.

    



          Ben sizi goygoya tutmuşken vibratör (içiniz fesat) titremeye başladı ve gidip hamburgerimi aldım. Şunu söylemek istiyorum bu hamburger cidden iyi. Hamburgere olan bakış açınız değişiyor. Bir hamburger en fazla ne kadar güzel olabilir ki demeyin ve NYC'e gelirseniz mutlaka gelin ve deneyin.

   



       Nasıl gidilire gelince; 23 St metro istasyonunda inip Flatiron Buildingi arkanıza alıp  sağ çaprazınızdaki parka bakmanız yeterli. Ne anlatıyorsam, kime sorsanız gösterir, giderken sağda gelirken solda bi yer. 

       Küçük bir tavsiye ; hamburgerin yanına patates kızartması almak yerine iki hamburger alın. Çünkü canınız bir bir tane daha yemek kesinlikle isteyecek. Midede yer kalsın.


       Bunların dışında bu hafta soğuk hava ve yağmur nedeniyle çok fazla birşey yapma imkanı bulamadım. Ama sınıfıma iyice alıştım ve kursta güzel zaman geçirmeye başladım. Dersler eğlenceli geçiyor. 


      Cumartesi gününe gelirsek, Grand Central'ı görme şansım oldu. Gerçekten etkileyici güzellikte mimariye sahip bir yer. Bu sene 100. yılını kutluyor ama sanırım çok yakın zamanda restore edilmiş. Burası halen tren platformu sayısı itibariyle dünyanın en büyük tren garı binasıymış. Hem bir 
çok tren hattı için aktarma noktası (44 peron) iken hem de bir çok markanın mağazalarının bulundugu bir avm tadında. Bir adet Apple Store bile var.










       Bu hafta böyle geçti. Önümüzdeki günlerde yeni güncellemelerle tekrar burada olacağım .Özellikle Empire State Building, Central Park, Chinatown ve Little Italy'i detaylı gezip fotoğraflar çekip burda paylaşacağım. Takipte olun efenim.



                                           http://twitter.com/beniyiyimanne
 

3 Kasım 2013 Pazar

Ve NY de geçen ilk bir haftanın ardından

     İlk gün;

     Bu sabah 6 da kalktım ve kursa gitmek için yola koyuldum. Neredeyse dünkü yolculuğum kadar zordu. Malumunuz üzere New York City biraz böyükcene bi yer ve metrosu maşallah annemin ördüğü danteller gibi. Önce J daha sonrada Q hattını kullanarak 56 st de indim. Eğer gitmen gereken yere 50 metre uzaktayken hala orayı bulamıyorsanız bilinki New York'tasınız. Özellikle yeni gelmişseniz tüm yüksek binalar ve geniş caddeler gözünüzde aynı gözüküyor. Neyse elin adamı sora sora bağdatı bulmuş biz de sora sora Kaplan'ı (bizim kursun ismi) bulduk. Gps kullansana demeyin göt ister yabancı diyarlarda internet açmak (bkz.Şems, Şems'i tanımıyorsanız o da sizin ayıbınız).


     Kursu bulduktan sonra içerde sıcak bir karşılama ile karşılaştım. İsim soyisim ve pasaportu check ettikten sonra su ve gofret verdiler. Unutmuşum açım lan ben. Bir kaç form doldurma ve imzadan sonra test için beklemeye koyulduk. Koyulduk diyorum çünkü bi 30 kişi vardık. Bir kaç öğretmen, koordinatör vs çıkıp konuşmalar yaptı. Nasıl mı anladım? O kadar ingilizcemiz var. Sonra test olduk ve sonradan öğrendiğim kadarı ile seviyem intermediate çıkmış. 

     Bu arada moralim çokkk bozuktu. Evi beğenmedim, kursu sevmedim ve evimi özledim. Ahhh home sweet home demiş ünlü bi concon. Neyse duygusallığa gerek yok. Testten sonra kitaplarımızı verdiler ve üst katları turladık. 6 katlı bir bina. Bizim sınıf 4.katmış ve 3.katta student lounge var hani şu bizim kantin dediğimiz zımbırtı. Gezi bittikten sonra orda işimiz bitti. Kendimi çok kötü ve yalnız hissediyordum. Pişman olmuştum. Neden geldim İstanbul'a şarkısının nasıl çıktığını bile o zaman anladım.

       Kurstan çıkınca bi Mc Donald's bulup karnımı doyurdum. Daha sonra kursa yakın olduğunu bildiğim Apple Store'a gittim. Amacım sadece vakit öldürüp kafa dağıtmaktı. Apple Store'da yeni iPhone'nun yarın satışa çıkacağını öğrendim. Ama kız bana eğer almak istiyorsan sabah 7 gibi gelmelisin dedi. Malum şu meşhur iPhone sırası. Ama benim yarın kursum var bilmiyorum napcam. İlk günden kursu ekmekte bana yakışan bir hareket olurdu hani. (Not: Ekti)


         Bu arada T-Mobile shop bulup kendime ve bir hat aldım. Bu biraz olsun iyi geldi çünkü arkadaşlarımla whatsapp üzerinden konuşabiliyorduk artık. Daha sonra subway ile eve geri 
döndüm. Gelirken kendime bir sandwich aldım Dominos'tan ve az önce onu yedim. Tadı çok 
güzeldi. Hala kendimi çok kötü hissediyorum.

        Neyse yatıyorum ben jetlag sıkıştırıyor.





                       
              

                                                           -Times Square  -
        
      

      İkinci gün;
     
       Bu sabah 6 gibi kalktım ve yeni iPhone için yollara koyuldum. 7 gibi vardığımda beni 250 
metrelik bir sürpriz bekliyordu. Evet biraz sıra olabileceğini tahmin etmiştim ama bu kadar da değil.

       Soğuk havada tam 3 saate yakın sırada bekleyerek hayatımın en mantıksız işlerinden birini yaptım. Ve anlayacağınız üzere daha ilk günden kursu kaçırdım. 

       Saat 11 i geçiyordu ben iPhone'u alıp Apple Store'dan ayrıldığımda. Çok üşümüştüm ve hemen bi Starbuck'sa girip yeni telefonumu kurcalamaya başladım ve Selin'i çatlatmayı da ihmal etmedim 
tabi ki.

       Daha sonra çıkıp önce Tommy'e uğradım ama aradığım ceketi bulamayınca ordan çıkıp aylak 
aylak gezinme moduna girdim. Biraz Broadway'de gezinip mağazaları dolaştım, tıpkı Nişantaşı conconları gibi. Tabi onlar gibi eller dolu çıkamadık mağazalardan! Eziklik sağolsun.

      Gene goygoy derdindeyim ama yok ben uymayacağım kendime. Broadway'den sonra 
yorulmuş bitap (ne demekse) düşmüş ayaklarımı eve getirdim. Evde biraz dinlendim, akşam yemeğimi yedim ve şimdi 9 gibi erken bi saatte yataga gidiyorum.


    


                                  -  Manhattan'ın Brooklyn Bridge Park'tan görünümü  -  

 


      Üçüncü gün;

      Bugün kursta ilk günümdü. Sabah 6:30 gibi kalkıp yola koyuldum. 8 gibi kurstaydım ve 8:20 de hoca geldi. Kısaca hocadan bahsetmem gerekirse tatlı hoş bir kız. Sanırım benden bir kaç yaş küçük olmalı. Sınıfta ise 5-6 kişiyiz. Ama sanırım bugünlük böyle .Umarım öyledir en azından çünkü sıkıcı bir sınıf. Bir iki Brezilyalı, bir Koreli ve iki tane de Türk var. 

      Saat 10 gibi ara verdik ve 15 dk sonra tekrar ders başladı ve 11:30 da bitti. Pek eğlenceli değildi ama bu benden de kaynaklanıyor olabilir çünkü canım çok sıkkın. Mutlu değilim. Umarım alıştıkça 
düzelir bu durum. 

      Kurstan sonra çıkıp biraz Central Park'ı gezdim. Bu parkı komple gezmek istiyorsan 1 hafta 
içinden çıkmamalısın sanırım. Çok büyük ve muhteşem bir park. New York City'e hayat veriyor adeta. Central Parkt'an sonra da çıkıp gene biraz mağazaları gezip kendime mont baktım ama bir türlü istediğim modeli bulamıyorum. O yüzden elim boş ayrıldım gene.

       Bugün eve erken döndüm. Kendime akşam yemeği için makarna yaptım, fena olmadı. Eve ise gitgide alışmaya başladım. Bu iyi çünkü moralimi düzeltiyor. Louis ile aramızda güzel. Eğlenceli bir adam. Konuşması beni çok güldürüyor. 

        Saat 9 ve yatma vakti.Malum jetlag hala  
            
         

                                                      -  Flatiron Building  -
        




         Dördüncü gün, perşembe...Happy Halloween Days;

       Bugünü nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama yaşadığım en ilginç günlerden biriydi.

       Klasik sabah erken kalktım ve kursa gittim. Bugun amerikada happy halloween days ve herkesde heryerde farklı bi heyecan var.

       Bugün sınıfa dün olmayan 4 yeni kız geldi. 3 kolombiyalı biride rus sanırım ama emin de değilim. Özellikle iki kolombiyalıyı ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Bir tanesi cadı bir tanesi polis 
kostümü giymişti ve oldukça sexilerdi. Bugün ders de eğlenceli geçti. Diğer hocalar geldi hep beraber 
fotoğraf çekildik.

      Kurstan sonra özgürlük anıtının olduğu adaya gitmeyi düşündüm ama başlayan yağmurla beraber fikrimi değiştirip eve döndüm. Akşam kendime gene makarna yaptım. Daha sonra Louis'in tavsiyesi ile Manhattan daki happy halloween partisine gittik. Oh my god inanılmazdı. Binlerce insan akıl almaz kostümler giymiş geçit yapıyordu. Müthiş makyajlar, maskeler, araçlar. Yüzbinden fazla insan spring streette toplanmış eğleniyordu. Hayatımda böyle birşeye hiç tanık olmamıştım. Gerçekten çok eğlendik bol bol fotoğraf çektik. Ordan sonra Radik (rus roommate'ciğim) Times Square i görmek ve gece fotoğrafları çekmek istediğini söyledi. Times square de çok durmadık ve 55 th streette (dikkat ederseniz sokak isimleri veriyorum artık, eee öğreniyoruz şehri yavaş yavaş) bir barda oturup ikişer bira içtik. Biraz Rus biraz Türk biraz da kendi kız arkadaşlarımızı konuştuk. Sonra tekrar metroya binip eve dönüş.


                 


                                                  -  Happy Halloween Days  -         



       1 Kasım, Cuma;

       Ahaha bugün cumaya gittim diyesim geldi ama zaten kimse inanmaz.

       Sabah gene erken kalkış ve kurs tabiki. Bugün kurs güzeldi. Sınıfa ve sınıftaki çocuklara alışmaya başladım. Tam ısınıyoruz derken Brezilyalı bir arkadaşın malesef son günüydü. 

     Kurstan sonra gene Apple Store yollarına düşüp bu sefer yeni iPad'in sırasına girdim. Bu sıra kısaydı, yarım saatte iPad elimdeydi. Gerçekten hoş olmuş bu cihaz. Almayı düşünüyorsanız hiç 
durmayın.

     Daha sonra eve döndüm. Louis ile goygoy yaptık. Bu adam beni gülmekten öldürüyor.



                                                     -  Apple Store Fifth Aveneu  -
      
      
Cumartesi;

      Bugun kurs yoktu ve biraz gezme fırsatı buldum evdeki çocuklarla.Güzel bir gündü.
    Sabah 10 civarı kalktım. Yatakta biraz zaman geçirip Selin'le konuştuk. Daha sonra kahvaltı hazırladım kendime ve kahvaltımı yaptım.

 Dünden plan yapmıştık Back (G.Koreli arkadaş) ve Radik ile yarın Little Rusia denen mahalleye ve Brooklyn Bridge e gidelim diye.
    Saat 12 gibi çıktık evden. Bu arada hava bugün çok güzeldi. Neyse bir iki aktarmadan sonra Coney Island Beach denen okyanus kıyısına vardık. Bu benim için bir ilkti. Daha önce deniz kenarında çok bulunmuştum ama okyanus kıyısına ilk kez gittim. 

 Sahil boyu uzunca yürüdük fotoğraf çekildik sohbet ettik. Daha sonra içerlere doğru girip gezindik. Radik ev sahibimiz Louis için hediyelik bir iki şey aldı. Bu arada orda Turkish Kebap ve baklavacı gördüm. Hassiktir baklava yicektik lan biz şimdi yazınca aklıma geldi.

 Daha sonra tekrar sahile dönüp bir Rus restaurantında mantı benzeri bi yemek yedik. Karnımızı da doyurduğumuza göre yolcu yolunda gerek kafasına girip tekrar subwaye atladık ve Brooklyn Bridge'e geçtik. 

       Şunu söylemeliyim ki bu köprü cidden çok güzel ve etkileyici. Betonarme yapısı olan bir köprü ancak bu kadar estetik bir mimariye sahip olabalir. Tabi köprünün konumu (Brooklyn-Manhattan arası) da görüntüsüne bir kat daha estetik katıyor. Köprünün ayağının dibindeki Brooklyn Bridge Park ise harika ötesi. Manhattan adası dev gibi karşında ve harika fotoğraflar çekebiliyorsun. World Trade Center ve diğer tüm devasa binalar adeta bulutları deliyorlar. Adanın soluna doğru baktığında ise Özgürlük Anıtının ihtişamıyla karşınızda duruyor. 
        Fotoğraflarımızı çektikten sonra saat 7 gibi tekrar yola koyulduk ve eve döndük. Yolda gelirken aldığımız Çin yemeği cidden lezzetli ve ucuzdu. Eve döndüğümüzde ise yemek yerken Louis ile hoş, eğlenceli ve komik bir sohbete koyulduk. Size daha önce de anlatmıştım dimi Louis'in konuşması beni çok güldürüyor. Bak bunları yazarken bile mutfaktan sesleri geliyor "ohhh my god!!!.Oohhh shitttt!!! Ohhh mannnnn" gibi konuşmaları beni alıp Amerikan filmlerinin içine sokuyor.
       Anlayacağınız bugün güzel bir gündü.

      Hadi kaçtım see you tomorrow mannnn.

                                                     -   Conay Island Beach   -
 
           Pazar - Ve ilk bir hafta bitti
   Bugün emekli misali evdeyim .Oturup bu blogu yazmaya karar verdim. Kim bilir belki içinizde görmemiş, New York'a gitmiş tutmuş blog yazmış diyenler de çıkacaktır. Onlara hak vermeyip fuck you bitch diyerek konuyu geçiştiriyorum.
   İlk bir haftanın ardından şunu söyleyebilirim ki eve ve şehre alıştım artık. Zamanım güzel geçiyor.

    Böyle hergün olmasa da bir kaç günde bir birşeyler karalamaya çalışacağım. Becerebilirsem birkaç da resim atarım.

Not: Fotoğrafların tamamını kendim çektim. Devamlarını daha sonra ayrı bir başlık altında detaylı bilgileri ile paylaşacağım.

                                             



Evden ayrılış,yolculuk ve ilk gün - 27 Ekim 2013

    Evet bugün bir hayalim gerçek oldu ve New York'a ayak bastım. Ama önce düne dönelim. Gerçekten zor bir gündü. Tüm sevdiklerim ve beni sevenler bize toplanmıştı. Ben aslında hiç sevmem vedalaşma işlerini, özellikle 3 ay gibi kısa bir süre içinse. Ama tabi beni seven değer veren insanlara da git diyemem. Ooo kadar da odun olamadım henüz. Neyse hislerime dönersek aynen şöyleydi 'jfkdlsjdldhjfksşjdkjflsj'.Yaaa sizde anlayamadınız dimi. Bir yandan bir hayalin gerçek oluyordu ama bir yandan da en başta annen ve sevdiklerine veda etmek zordu. Tabi işin bir de korku tarafı var. Her ne kadar belli etmesemde (en azından ben öyle sanıyorum) tek gidiyor olmak, seni neyin beklediğini bilmemek endişe vericiydi. Özellikle internetteki kılların korkutması yüzünden gümrük memurundan geçebilecekmiyim korkusu son günümü zehir etti.

      Vedalaşma anı hep zordur. Beni çok etkileyen bişey değil açıkçası ama annemi ağlarken ve sebebi ne olursa olsun benim yüzümden ağlarken görmek beni çok üzdü. Babamdan sonra hep ben vardım ve şimdi ben de gidiyordum. Abimin bile gözlerinin dolduğunu gördüm. Biricik yeğenim Burak da tabi ayrı bir hasret kaynağı olacak. Neyse bir odun olarak vedalaşma kısmını kısa tutmayı başardım ve ben, Selin ve Onur havaalanına doğru yola çıktık.
   
     Yolda gene üzerimde bi sıkıntı bi stres bi belirsizlik vardı. Alana vardığımızda hemen inmedik arabadan ve bi 15 dk kadar oturduk. Daha sonra masa hakeminin TIMEEEE diye bağırması ile kalktık ve girişe geçtik. İşte bir zor an daha! Keşke sevdiklerimizi cebimize koyup dilediğimiz yere bizimle götürecek teknoloji olsaydı.Biz göremedik ama gelecek nesiller inşallah görür demeyeceğim. Hahaha gundiler nasılda yediniz. Biz çektik hasret acısını o ipneler de çeksin. Neyse goygoyu bi kenara bırakırsak artık alandaydım ve artık pazardı.



    Şimdi gelelim bugüne ve yolculuğa...

    Türkiye saati ile sabah 04:20 de uçağım havalandı. Kısa süreli sıradan bir yolculuktan sonra 05:20 
gibi İstanbul Atatürk Havaalanındaydım. Alanda gezinme, check-in, duty free vs derken saat 08:10 
oldu ve kendimi viyana uçağında buldum. Thy'nin güzel uçaklarından biriydi ve rahat bir uçuştu. Ama şansımı öpeyim, Viyana ile New York uçağımın arasında 50 dk gibi kısa bir süre varken ben 200 kişilik uçağın en arkasında oturuyordum. İnince beni hızlı bir koşuşturma bekliyordu. Üstelik Viyana Havaalanında daha önce bulunmamıştım. Uçaktan inmem uzun sürsede alanda vakit kaybetmeden terminalimi kolayca buldum. Tr saati ile 12 gibi uçağım havalandı. Hayatımda bindiğim en büyük uçaktı. Yanımda iki güzel Avusturyalı kız vardı dememi bekliyorsanız yanılıyorsunuz malesef iki avusturyalı düdük vardı. Ara sıra kısa süreli sohbetlerimiz oldu ama genelde yolculuğum karşımdaki ekranla ilgilenerek geçti. İlk sekiz saat rahatken son iki saat gerçekten dizlerim açısından sıkıntılı oldu. Ah bu uzun bacaklarım. Eee bacağı uzun olanın......Lan gene goygoya sardık. Whatever... ba ba baa hemen de girdik Amerikan havalarına. Herneyse New York saati ile 15:30 gibi uçak JFK havaalanına tekerlek koydu. Veee geldik mi zurnanın zırt dediği yere (bu arada zurna zırt mı der aq  bu lafı kim çıkarmış). Uçaktan çıktık ve gümrük sırasında beklemeye başladık. Sıranın bana gelmesi ile tam klasik Amerikalı tip bir memurun karşısına geçip pasaportumu ve uçakta doldurduğum mavi formu uzattım. Korktuğum gibi olmadı ve memurun "where will you stay" ve "how long will you stay" gibi bişey olan sorusuna verdiğim kısa cevaplardan sonra pasaportumu alıp uzaklaştım. Sıra gelmişti valizi almaya. Şimdi en son benim valizim gelir, hatta benim gibi gudubetin bavulu Viyana'da kalmış gelmemiştir diye düşünürken valiz elinde götler alemine tek yönlük biletle en önde çıka geldi. Elbette o bilet banaydı. Böylece ilk ve en uzun aşama gerçekleşmişti.





                                    



     Alandan çıkıp gideceğim adresi ve kullanmam gereken metroların adını biliyordum. Ama tabi beni İzban beklemiyordu orda. Sadece havaalanının içinde 4 farklı tren çalışırken sanırım kimse beni 
aptal olarak görmez. Bi şekilde doğru treni buldum ve ilk aktarmaya doğru yola koyuldum. Gittiğim gezdiğim yerlerin metro sistemleri hep ilgimi çekmiştir bugüne kadar ve kocaman New York metrosunu (Amerikalı'lar Subway diyor kendilerine) kullanma zamanıydı. Jamaika istasyonuna gelmiştim (lütfen ama lütfen sen NY de değilmiydin ne ara Jamaika'ya gittin esprisini yapmasın kimse). İstasyonda karşılaştığım Jamaikalı'ya (gerçekten Jamaika metro istaysonunda bir Jamaika'lı ile karşılaştım) ooo Usain Bolt demek gibi bir dallamalığı da yaptım. Şimdi inmem gereken 75 st station dı ve metronun içindeki dijital tabela ile doğru istasyonda inmem zor olmadı. Metrodan iner inmez klasik Amerikan filmlerinden alışık olduğumuz bir alt sınıf mahalle ile karşılaştım. Bu arada siz alt sınıf dediğime bakmayın Türkiye'deki deki üst sınıf mahallelerden daha güzel bir mahalle. Şirin bahçeli iki-üç katlı evler, çimler, ağaçlar ve geniş kaldırımları olan tatlı bir sokaktaydı kalacağım ev. Kısa bir arayıştan sonra doğru evi buldum.


     İçimde farklı bir heyecan vardı. Derin bir nefes alıp kapıyı çaldım. Sonra bir daha ve bir daha çaldım. What the fuck is thatttt!!! Kapıyı açan yok. O an işte kendime oğlum Erkan bu senin cidden sıçtığın andır dedim. Daha sonra Graham Bell geldi gözümün önüne ve "yapraaammm ben o aleti neden icat ettim mal mal duracağına arasana adamı" dedi. Aradım ve kısa bir konuşmadan sonra ev  sahibim (Louis) kapıyı açtı. Meğersem uyuyormuş dingil ve kapıyı bornozla açtı. Hayır önü bağlıydı...

       Kısa bir selamlaşmanın ardından bana odamı gösterip ben uyumaya gidiyordum dedi. Hani sıcak bir aile olacaktı, bana hoş geldin partisi düzenleyecekler, kıçları ile düdük çalacaklardı. Herif sittirip uyumaya gitti. Bu bana çok koydu ve bir anda hayallerimin yerle bir oldu, çünkü evi ve odayı hiç beğenmemiştim. İşte bu seferde kendime yaprak mı var çıktın geldin adam gibi evini bırakıp dedim. İçimdeki gezgin ruh kaybolup yerini bir anda Yılmaz Morgül'e bıraktı.


       Odamda iki tek kişilik yatak vardı ve sebebini hala bilmesem de kapıya yakın olanı seçtim. İç güdüsel diyeceğim ama benim içimde güdü değil güdük var biliyorsunuz. Tavanda ampullerin koruma camının olmadığı bir avize, iki yatak arasında kahverengi kapaklarının yarısı çalışmayan bir dolap vardı. Sanırım duvarlar son boyandığında Kenedy hala vurulmamıştı.

       Valizimi direk olduğum yere koydum ve evi incelemeye başladım. Malesef banyo istiklaldeki geceliği 20 tl lik hostelleri andırıyor, hatta paralı tuvaletlerin tuvaletini. Mutfak nebzeten daha güzel ve şirin ama hala filmlerde izlediğimiz mutfaklardan değil (biliyorum içinizden beyaz sarayı mı bekliyordun diyorsunuz ama bu kadar da kötü olmamalıydı). Hiç mi güzel bişey yok dediğinizi duyuyorum, evet var. Living room cidden hoş. Kırmızı deri koltuklar, içi boş bir şömine, abajurlar, kocaman bir ağaç ve bir şovalye var. Hani şu bizim Sherwood Bar varya hah onun içindekinin aynısı.

      İlk gün böyleydi işte. Zaten jetlag effect ile saat 6 da gelen uykuma 8 de yenik düşüp derin düşüncelerle uykuya daldım. Malum ertesi gün 6 da uyanmam gerekecekti.



                                               


Bu linki yada sayfanın solundaki bağlantıyı tıklayarak devamını okuyabilirsiniz. http://erkanusa.blogspot.com/2013_11_01_archive.html